14 Haziran 2013 Cuma

Sokak ve Kayak

Sokaklar kalabalıktı, caddeler kalabalıktı, meydan kalabalıktı. O gece şehrin sahipleri bu olgun ve güzel kadının bütün uzuvlarında kendilerini gösteriyorlardı. Yalnızlık ise meydanın çok yakınında eski bir apartman dairesinin karanlık odasında kendine sahip bulabilmişti. Işığın kaynağına bakan iki göz dışarıdaki sesi ve gürültüyü bastırırcasına ekrandaki karşılaşmanın sesini sonuna kadar açmıştı. Kuzey Avrupa’nın sonsuz dağlarından aşağı inen kayakçıların ruhsuz suratları ona bu sıkıcı ve sıcak geceyi unutturmaya yetmiyordu. Camdan dışarı baktı ateşli sokağın yanında televizyondaki kar tam bir tezat oluşturuyordu. Yüzüne aptal bir gülümseme yapıştı. Gecenin 3’ünde kayak şampiyonasının tekrarını seyrederken patates kızartması yiyordu unutmak için. İnsanın unutmak için ne kadar saçma şeyleri çare olarak gördüğünü düşündü. Aklında hatıraların canlanmasını engellemek için sürekli bakacak bir ekran arıyordu oysa bitirme sınavları başlamak üzereydi.
Yıl iyi başlamıştı aslında geçen yıl veremediği dersleri bir bir vermiş ikinci dönem de şehrin önemli bir radyosunda staja başlamıştı. Unutmaya çalıştığı anıların başladığı o radyo istasyonunda. Kayakçılar ekrandan akıp giderken gözleri beyazlığa daldı ve o ekran birden karardı. Dağların yerini radyo binası almıştı. Sahne değişik radyonun genel yönetmeninin odasına geçti. Yanlışlıkla girdiği bu küçük ofis onun hayatının son iki ayını baştan aşağı değiştirmişti. Cem Aydın, reklamlardaki ideal adamlar gibiydi. Ne çok gençti hayata karşı ne de çok yaşlıydı yaşamak için ve bir patron olamayacak kadar samimiydi. İnci Yenigün, genç şaşkın stajyer prodüksiyon odasını karıştırıp bu odaya girmeseydi belki şuan o da diğerleri gibi sokaklarda olacaktı. Mahcup bir gülüş ve özür diler bir göz göze gelmeyle odadan çıktığında kendine küfür etti aslında çok küfür etmezdi ama stajın ilk günü elinde dosyalarla kapıyı çalmadan genel yönetmenin odasına girmek onu utandırmıştı. Prodüksiyon masasına alelacele koştu ve günün programının yazılı olduğu kâğıda bakıp çağırması gereken konukları aramak üzere telefonun ahizesini kaldırdı. Radyo Şehir, daha çok kültürel yayıncılığın yapıldığı müzik yerine sohbet programlarının olduğu çeşitli dernek ve vakıfların desteğiyle hayatını sürdürüyordu. İnci, aslında pek de ilgisini çekmese de burada staj yapıyordu çünkü babasının reklam ajansıyla ilişkili bu radyo stajyerlerin uğraş yeriydi. Babasının bir telefonuyla yeri hazırdı aslında o telefona da gerek yoktu. Gönüllülük esasıyla çalışılan ve çalışanlarına çok düşük maaşlar veren Radyo Şehir’i ayakta tutan stajyerlerdi. İnci, binaya ilk girdiğinde bölümden iki arkadaşını görür görmez ne kadar büyük bir yanlış yaptığını anlamıştı. Öğle arasında bölümden arkadaşlarıyla öğle yemeğine çıkmak üzere kapıya yöneldiğinde Cem’i gördü. Sabahki şaşkınlığını hatırladı ve yüzü kıpkırmızı oldu. Cem ise bunun üzerine gidip adını bilmediği bu stajyere takılmaya başladı. Arkadaşları İnci’nin genel yönetmenle hangi arada bu kadar samimi olduğunu anlamaya çalışırken gülüşmeler arasında Cem, İnci’yi yemeğe davet etmişti bile.
O yemekte bütün hikayeler anlatıldı. Bir saatte iki hayatın kısa bir özeti geçiliyordu karşılıklı. Hız gerçekliğin düşmanıydı. Birkaç gün sonra adı konulmamış bir ilişki başladı. Derslerden çok radyoya gidiyordu artık İnci. Bu sürat onu korkutuyordu, böyle olmaması gerektiğini düşünüyordu ama yine de kendini Cem’in sözlerinden uzakta düşünemiyordu. Boğaziçi’nden dereceyle mezuniyet, İngiltere’de yüksek lisans ve sosyal medyada etkin birkaç internet sitesinin yanında bu kamu radyosunun yöneticisiyle aşk yaşıyordu. Birkaç hafta öncesine kadar sınıfının sıradan bir öğrencisiydi. Bu gerçeküstülüğü sona erdiren İngiltere’den dönen eski sevgili olacaktı. İnci, allak bullak olmuştu ama her şey birden kesilivermişti. Staj dosyasıyla ağlayarak çıktığı radyo onu hayattan uzaklaştırmıştı. Tam iki haftadır evden çıkmıyordu. Babası onun için endişeleniyordu ama tek kızının üstüne de gidemiyordu. Şehir hareketlenmeye başladığından beri o da kızını yalnız bırakıp gitmişti ekran başında. Ekrana beyazlar geri döndüğünde gözünden dökülen yaşları hissetti İnci, babasını aradı evin içinde olduğu yerden. Birkaç sokak ötede şehrin sahipleriyle birlikte o meydandaki parktaydı babası. İnci kendisi gerçekliğinden kopmuşken sokak, park, kalabalık ona çok anlamsız geliyordu. Başının ağrımaya başladığını hissetti, televizyonu kapattı aniden. Anılar ve acılar migrenini tetiklemişti yine.
Mutfağa kadar yürüdü, buzdolabına açtı. Dün alıp yarım bıraktığı burgere baktı. Yemek onu iyileştirmiyordu aslında onu hiçbir şey iyileştirmiyordu. Birden mutfağın balkonunun camı kırıldı, korkuyla kendini masanın altına attı. İçeri düşen şeyden duman fışkırıyordu. Nefret ettiği sigara dumanı gibi değildi dinen gözyaşlarını tekrar başlatmıştı ve boğazını yakıyordu. Eliyle yoklayarak bulmaya çalıştı, odanın her tarafı duman olmuştu. Zar zor buldu ve balkondan aşağı attı. Kendini banyoya attı ve dakikalarca yüzünü yıkadı. Yarım saat sonra kendine gelmişti. Gerçekliğin onu çekmek için gaz bombası atması gerekiyordu. Günlerdir evinin önünden geçen kalabalığa boş gözlerle bakıyordu, onlardan rahatsız oluyordu. Tencere, tava çalıp ses çıkartanlardan ise nefret ediyordu. Babası da onlardan biriydi zaten onunla da haftalardır konuşmuyordu. Cem’le olan ilişkisini öğrendiğinden beri tek cümle konuşmamışlardı. Mutfakta cam kırıklarını toplarken havanın aydınlanmaya başladığını gördü. Sokaklarda tek bağlantısı her sabah yaptığı yürüyüşlerdi. Kulaklığını takıp duvarlardaki yazıların yanından umursamazca geçiyordu, barikatlar ve eylemcileri gördüğünde yolunu değiştirip sporuna devam ediyordu. Haftalardır yürümediğini hatırladı. Odasını geçip üstünü değiştirdi. Belki de şehrin en nümayişli gecesinin sabahında sokaklar yarasını sararken o gerçekliğe ilk adımlarını atıyordu. Şehrin meydanına ve o parka götürdü ayakları onu. Gözleri babasını aradı, polisleri görünce yolunu değiştirip ara sokağa girdi. Karşısına kendini kaybetmiş bir tinerci çıktı, kaşı titriyordu. Yıllar öncesinin anısı canlandı, çığlık atmakla sakinlik arasında gidip geldi ama sonunda tinercinin ayağa kalkacak halinin olmadığını anladı ve koşar adım uzaklaştı. Güneş kendini iyiden iyiye gösterirken marketten aldıklarıyla eve giriyordu. Babası eve gelmişti. profesyonel eylemcilik günlerine geri dönen Fikret Yenigün salondaki koltukta uyukluyordu. Eski devrimci şimdilerin büyük reklamcılarından Fikret bey şehrin bu hararetli günlerinde kendini gençliğindeki gibi hissediyordu. Pazar günü kahvaltısı bir ailenin en büyük buluşmalarındadır fakat Yenigün ailesi için bu sadece eski fotoğraflarda kalmıştı. Annesi yıllar önce onları terk ettiğinden beri İnci, masaya daima yalnız oturuyordu. Babasıyla doğru düzgün bir ilişkisi olduğu da söylenemezdi.
Mutfakta kahvaltıyı hazırlarken babası geldi, yüzünde haftalardır biriktirdiği sözlerin duyguları darmadağın duruyordu. Sokağın yorgunluğu ile kızının ondan uzaklaşmasının birleşimi dayanılmaz bir şeydi. Masaya oturdu, yıllar sonra iki kişilik bir kahvaltı başlıyordu. ‘Bu yaptığın’ dedi Fikret bey, ‘beni utandırdı’. İnci babasının yüzüne öfkeyle baktı. Cem’den bahsediyordu, iş arkadaşı sayılırdı ve utanç olarak görüyordu. İnci tek kelime etmeden masadan kalktı, kırılma anlardan birinde olduğunu düşündü. Büyük kamp çantasına doldurabileceği kadar eşya doldurdu ve çıktı. Babası kapıda kolundan tutmak istedi fakat ondan kurtulup hızlı adımlarla merdivenden indi. Bir Pazar günü daha kötü başlayamazdı.
Nereye gideceğini bilmiyordu, kimi arayacağını da. Sabahki gibi kendini meydandaki parka giderken buldu. Polis uzaklaşmıştı, insanlar çadırlarını kurmuş yeni ve daha önce yapılmamış bir şey yapıyorlardı. Bunca gündür umursamadığı sokaklar ona tuhaf bir şekilde ilgi çekici gelmeye başladı. Çadırlar arasında dolaşırken bir kayak takımı gördü, dün gece ekranda gördüğü kayakçıların gibi. İçeriden gözünde kayak gözlüğüyle genç bir adam çıktığı, ‘Merhaba ben Mete, bu da benim evim’ dedi sevimli bir gülüşle. ‘Kalacak çadırın yoksa gelebilirsin’ dedi. İnci, kamp çantasını sırtından indirdi ve çadıra koydu. Mete ile çadırlar arasından meydana doğru yürüdüler. Günlerdir buradaydı Mete, aslında profesyonel bir kayakçıydı fakat bu günlerde sokakların onu çağırdığını söylüyordu dağlardan çok.
Gün geceye yaklaştığında eski anıların yerini parktaki bu yeni hayat alıyordu. Mete ile kayak ve dağlar üzerine konuşmak istiyordu İnci. Ülkede pek yapılmayan sporlara karşı büyük ilgisi vardı, önemsediği yegâne şey belki de spordu. Mete ile konuşurken sokaklardan kayakçılar geçiyordu, meydan bir parkur olmuştu yarışmacılar bariyerlerin sağından solundan slamlomlar yaparak ilerliyordu. Okulu, radyoyu ve babasını geride bıraktı bütün gün süren sokak kayaklarını takip eden bir spor muhabiri gibiydi. Aslında ortada kayak yoktu, aşık oluyordu. Eylemcileri birer kayakçı yapan zihniydi. Gece olduğunda çadıra geçtiler, en sevdiği şarkıyı söyledi İnci, polis bu gece müdahale etmeyecekti parka. O gece bütün şehir büyük bir kayak pisti gibiydi. Hatırlamadığı gerçeklik ve sokaklar İnci’ye yeni bir hayat inşa etme şansı veriyordu.

14 Ocak 2013 Pazartesi

Beni Tanıdın mı?

Yetkin Dikinciler ve Bülent Emin Yarar
-En azından iki senedir teşhis ettiğini düşünüyordum.

Böyle başlıyor Teya’nın geçmişiyle karşılaşması. Teodor ‘Teya’ Kray (Yetkin Dikinciler) Belgrad’da büyük bir yayınevinin birkaç ay önce başına getirilmiş genel yayın yönetmenidir. Her gün kapısını kendi deyimiyle yazardan başka her şeye benzemeyen ve kendini yazar olarak tanımlayan onlarca kişi aşındırmaktadır. Yine o günlerden biridir, telefonu durmaksızın çalmaktadır. Arayan o yazar bozuntularından biridir, telefonu açmamakta ısrar eder ama ses bir türlü kesilmez. Telefonu açtığında kitabı kendi yayın yönetmenliğinden önceki yönetmen tarafından reddedilen kaçığın teki karşısına çıkar, ona sayıp söverken yan odadan köyünün türkülerinin bangır bangır çalındığını duyar. Bu eski yayın yönetmeninin işidir, Teya’ya köylü geçmişini hatırlatırlar. Kapısı açılır ve içeri sekreteri Marta (Gülen Çehreli) girer. Onu bir adamın görmek istediğini söyler. Kimmiş diye sorunca yazara benzemediğini söyler Marta. Teya bunun üzerine mutlaka bir yazadır der. Marta kapıda bekleyen kişiyi anlatmaya başlar; Bir elinde kocaman bir bavul diğer elinde de bir evrak çantası olan trenden yeni inmiş gibi hali olan tuhaf bir adam olduğunu söyler ve Teya’ya ‘Sizin kuzenlerinizden biri olmasın?’ deyince Teya sinirlenir ve köylü geçmişinin hatırlatılmasına tepki gösterir. Marta, ‘Sizin burada olmadığınızı söyledim ama bunu bildiğini yine de sizinle görmek istediğini söyledi’ deyince Teya şaşırır ve Marta’ya adamı içeri almasını ve kısa bir süre sonra gelip toplantınıza geç kaldınız diyerek adamı başından almasını ister.

Kapıdan bekleyen adam içeri girer, hakikaten tuhaf biridir. Bir elinde kocaman bir bavul, diğer elinde ise evrak çantası üzerinde bir yağmurlukla yazardan başka her şeye benziyordur. Adam, Teya’ya yaklaşır. Teya yüzünde kocaman yalancı bir gülümsemeyle adama elini uzatır. Adam sorar;

-Beni tanıdın mı?

Teya, adamı tanıyamamıştır. Adama askerden arkadaşı olup olmadığını sorar. Adam, gülümser ve Asker Arkadaşım hikâyenizdeki gibi ha der. Teya’ya yolda karşılaştığı eski asker arkadaşı Marko Setlar’la yaşadığı olayı hatırlar ancak Teya hatırlamaz. Bu öyle bana ait değil der. Teya iyice şaşırmıştır bu tuhaf adama ismini sorar. Adam kendini tanır, ben Luka Laban (Bülent Emin Yarar) ‘’Bu isim size bir şey ifade etmedi mi?’’ diye sorar. Teya hala tanıyamamıştır. Bunun üzerine Luka’nın yüzü düşer ve yanında getirdiği evrak çantasından dört kitap çıkartıp Teya’nın masasına bırakır. Bir amatörün ciltlediği her halinden belli olan kitaplar farklı renklerdedir. Teya kitaplara bakar ve adamın yine o yazar bozmalarından biri olduğunu düşünür. Fakat işler hiç düşündüğü gibi değildir. Luka Laban, emekli bir polistir ve meslek hayatı boyunca yaptığı yegâne görev de o dönemin tehlikeli üniversite öğrencisi olan Teya’yı takip etmektir. Yıllarca Teya’yı takip etmiş ve her anını kaydetmiştir. Teya’nın önüne koyduğu kitaplar da onun çeşitli zamanlarda ses kaydına alınmış sözlerinden başkası değildir. Ses kayıtlarının bir kopyasını evine götüren Luka, kayıtları okuyan oğlu bunları kitaplaştırmıştır. Luka’nın Teya ilk başka bu anlatılana inanmaz ve Luka kitapları bir bir açıp okumaya başlar. Yitirilmiş Memleket Hikâyeleri kitabından, Üzerine Söylevler kitabına bütün kitapları okur. Teya, yıllar sonra ona gelen kitaplarıyla geçmişini hatırlamaya başlar. Yine de aklının bir köşesinde kandırıldığına dair bir şüphe bulunmaktadır. Luka onu inandırmak için onu birden çok kez ölümden kurtardığını anlatır. Hayatının belli aşamalarında yaşadığı ve eksik hatırladığı anılarını tamamlar. Teya dinledikçe geçmişi değişir ve şaşırır. Luka, iki sene önce emekli olmuştur ancak oğlunun ısrarı üzerine Teya’yı takibe devam etmiştir. Luka’nın oğlu bir edebiyat öğretmenidir ve ders verdiği okulda Teya’nın dinlenme kayıtlarından babasının oluşturduğu kitapları müfredata koyunca mesleğinden ayrılmak zorunda kalmıştır ve muhalif olup Avustralya’ya gitmiştir. Luka’nın yanında getirdiği bavul da onun yıllar boyunca Teya’nın arkasından topladığı eşyalarıdır. Onu takip ettiği garlardan, restoranlardan, otellerden getirdikleridir. Eşyalar arasında Teya’nın ölen babasının kayıp saati, annesinin mektupları ve şair arkadaşı Okuca’nın şapkası da çıkınca artık Teya emin olur. Peki Luka neden bunca eşyayı getirmiş ve bunları anlatmıştır. Luka ona Köpeğin Nöbet Değişimi hikâyesini anlatır. Sahiplerinin yıllarca evlerini koruyan ama artık yaşlanıp bir işe yaramaz hale gelen köpeklerini yerine yenisini koyup ormanın kuytusunda nasıl acımadan vurduğunu anlatır. Oyunun kilit noktası burasıdır.

Eser 1990 yılında Duşan Kovaçeviç tarafından yazılmıştır. 1990 yılı Yugoslavya’nın değişiminin önemli bir evresidir. Slobodan Miloşeviç’in iktidara gelmesiyle Yugoslavya’yı oluşturan milletler arasında sıkıntılar yaşanmaya başlamış ve sonunda kanlı bir dağılma süreci yaşanmıştır. Bosna-Hersek ve Kosova’da yaşanan savaşlar Soykırım ve etnik temizlik gibi insanlık dışı olaylar yaşanmıştır. Ancak 2003 yılında aynı metinden filmleştirilen Profesionalac’la birlikte hikaye 2000 sonrasına adapte edilmiştir. Teya, Miloşeviç’i deviren hareketlerle ilişkili yeni rejimin desteklediği bir isimdir. Luka ise Miloşeviç rejiminin karanlık polis devletinin neferidir. Yıllarca muhalif olan Teya ile polis Luka’nın bu ‘tanışıklığı’ kara komedi tarzı anlatımla insanı gülümsetmektedir. Yazar bu mizahi dilin altında kaybolan bir devleti, yıllarca süren polis devleti baskısını ve rejim değişikliğiyle birlikte bu savaş ve dağılma süreci sonrası ‘tertemiz’ halde iktidara gelen yenileri eleştirmektedir.

Tekrar oyunun kilit noktasına dönersek, Luka’nın anlattığı Köpeğin Nöbet Değişimi hikâyesi Teya’yı çarpar. Luka, geçmişiyle yüzleşmek için yanına geldiğini bu görüşme sonrası zor bir ameliyata gireceğini ve eğer masadan kalkamazsa eski rejimin son evrelerinde muhalif duruma düşen ve yurt dışına çıkan oğluna ulaşması için ona bir pusula bırakır. Giderken de kitapların yanında bir tiyatro oyununun daha olduğunu söyler, Teya bunu anlamamıştır. Kenarda duran evrak çantasından kasedi hala dönen ses kayıt cihazını çıkartır ve kaydı dururup Teya’ya verir. Teya, yazı makinesine kağıt koyup eseri yazmaya başlar, ne eksik ne fazla bir şey koyarak tamamlar yalnız bir şey ekler bitince, Son.

İstanbul Devlet Tiyatroları’nda 2009-10 sezonundan beri kapalı gişe oynayan eser insanı kara mizahıyla güldürürken alt metninde anlatılan hüzünlü memleket hikâyesiyle bu coğrafyanın acılarını hatırlatmakta. Oyun, tek bir dekorda, Teya’nın çalışma odasında geçmektedir ancak Luka’nın hatırlattığı anılar o kadar gerçekçi aktarılmakta ki zihninizde Belgrad’ın çeşitli yerlerine gidersiniz daha önce hiç görmemiş olsanız bile şehri. Senaryonun haricinde oyuncuların da bireysel katkıları ön plandadır. Bülent Emin Yarar’ın 4. Sezonuna giren bu oyunda her sezon daha başka daha delişmen bir Luka ortaya koymasını buna örnek gösterebiliriz. Buradan oyuna her sezon gitmiş olduğumu da çıkartabilirsiniz gayet tabi. Yetkin Dikinciler’in de etkileyici ses kullanımı ve Bülent Emin Yarar’a kusursuz eşliği size 1 saat 45 dakikalık doyumsuz bir tiyatro keyfi sunmaktadır. Oyundan çıkarken aklınıza şu soru takılıyor ister istemez; Bir adam aniden gelip de sizin geçmişinizi değiştirebilir mi?

- Evet, neden olmasın.

Diye cevap veriyor Profesyonel’i seyredenler.

3 Ocak 2013 Perşembe

Balkanski I - Bulgaristan I

Rehber Hararetle AnlatırkenPasaporta İlk MühürVergisiz TütünCaddede TeyzeTürk Lokantasında KahvaltıNazım Hikmet
Sıcakta Buğulanan GözlerimEskidenEskiden IIOrganize İşlerArabalar FilanGeçitler ve Dehlizler
Tezgahçı TeyzeBinalar FilanBulgar MecmualarıBirleşme HeykeliBirleşme Meydanı'nda KaykayYolda Yürüyen Adam
Eski Büfeİmaret Camiiİmaret Camii IIDuvarda Yaslı Adlarıylaİmaret Camii IIITemizlikçi Çingene ve Kolum

Balkanski I - Bulgaristan I, a set on Flickr.

Geçen yaz, hayatımda ilk kez yurt dışına çıktım. Babadan kalma yeşil pasaportumla işler biraz da ucuza geldi, aslında bir derneğin etkinliğiydi. Organizasyonun başında da bölümden arkadaşım olunca kendimi otobüsün en arka koltuğunda buldum.

Kara yolu coğrafyayı hissetmek için birebir tabi 8 günlük bir seyahate hazır mıydım açıkçası bunu ben de bilmiyordum. Aklımda filmlerden kalma bir gezgin hal ve tavır rol modeli vardı. Tabi ortam o yalnız gezgin klişesine hiç uymuyordu iki otobüs dolusu turisttik, gezgin bana ay kadar uzaktı.

Pazar akşamı otobüslerin kalkmasını beklerken parkta oturmuş elimde sigara içip uzun süre uzak kalacağım radyolarda dolaştım kulaklığımda. İşler ciddiye binince vazgeçmek benim en büyük meziyetimdi, radyoları dolaşırken de yokladı. Hava karardığında otobüslerin farları yanıp uzaklaşmaya başlayınca sıradan ve sıkıcı rutinimi özlemeye başladım. Evden çıkıp koltuğunu özlemek bir bakıma.

Sınıra gelene kadar aklımda bunlar vardı, Kapıkule'de çıkış puluna 15 lira verip yapıştırıp ara bölgeye geçince kendimi bilgisayar oyununda gibiydim. Kendimi yukarıdan kontrol eden kendimle Duty Free mağazasında içkilere ve sigaralara bakıyordum. Bütün yolcular dağılmıştı, herkes vergisizliğin cazibesiyle tuhaf şeylere bakıyordu. Kendimi vodka şişelerinin önünde buldum sonra karnımın acıktığını hissettim ve fahiş fiyata birkaç simit ve kağıt bardakta çay aldım, rutinler tekrar aklıma geldi. Çıkmadan önce bir karton sigara almam lazımdı, bütün seyahat boyunca bununla idare etmeliydim ve daha önce hiç kullanmadığım bir markayı aldım sırf fiyatı tam para diye, bozukluk çıkmasın diye. (Duty Free mağazalarında Euro geçiyor)

Bu mağaza aslında bir alışveriş merkezi olarak tasarlanmıştı, kocamandı. bir tarafından öbür tarafına geçince ara bölgenin Bulgaristan kısmına ulaşıyordun. Gece yarısı çok geride kalmışken bu vergisizlik bitti ve Bulgar kapısına geldik, burada beklemenin manasını tekrar hissettim. Saatler geçmesine rağmen sıra bize gelmedi. Uzun bir rüşvet diyaloğu sonrası gün ağarırken Bulgaristan'a girmiştik. Bulgar tarafı sefaletin cisimleşmiş haliydi. Sabah vardiyasına gelen çöp arabasının Çingene çöpçüler biz virane haldeki 'Duty Free' mağazasının önündeki kaldırımda sigara içerken yanımızda yerleri süpürüyordu. Bulgar tarafına geçmiştik ama ikinci otobüsü beklememiz gerekiyordu. Neyse ikinci otobüs de anlatılmayacak kadar sıkıcı dakikaların ardından sınırı geçti. İlk dikkat çeken kaşar satan dükkanlardı. Kamyoncular velinimetti. Sıcak düzlükleri terletiyordu yollarda kimsecikler yoktu. İlk şehir Filibe, ya da bugünkü adıyla Plovdiv. Osmanlı sivil mimarisinin kaynağının burada denenen çalışmalar olduğunu söylüyordu otobüsteki belgesel. Bu da beni heyecanlandırmıştı. Şehri çevreleyen banliyö bölgesine vardığımızda vasatlığı gördüm. Eski rejimin mirasları çirkin binalar ve kir. Dernek kahvaltı için bir Türk restoranı ayarlamıştı, şehir merkezine yakın bir bölgedeydik. Otobüsten inince kırmızı tuğlalı tek katlı bir bina gözüme çarptı, tanıdık bir isim vardı ama Kiril ile yazılmıştı. Yemekten sonraya bıraktım araştırmayı, karnım çok açtı. Restoran aslında davetkar bir pavyonla terli bir lokantanın evlenmesinin sonucuydu. İnsanlar masalarına oturduğunda kısa şortları ve memelerini kangren edeceğe benzeyen askılı elbiseleriyle garson kızlar geldi. İlginç bir durumdu, katılımcılar daha çok dindar denebilecek çevredendi fakat ortamda bir tek içki şişeleri eksikti sanki onlar da sıcaktan saklanmıştı. Kahvaltı güzeldi, evet kızlar kadar güzeldi, yemekten sonra dışarı çıktım ve o kırmızı tuğlalı binaya gittim. Tabelasına yakından bakıp gülümsedim. Rehberimiz şehrin müftüsüydü, doğal olarak gezimiz camilerden başladı. Bir zamanların camileri, yakın zamanın camileri ve zor da olsa şimdinin camileri olan yerleri gördük. Şehir onları boğan ve yoksayan bir planla oluşturulmuştu. Reddiye ve sırt çevirme. Şehabettin Paşa Camii'nin avlusundaki kırılıp bir etrafa atılmış mezar taşları söylenmek isteneni anlatıyordu. Sokaklar sakindi, öğlenüstü olmuştu ve sıcaklar arttıkça artıyordu. Müftülüğün de içinde olduğu Cuma Camii ise kendini merkeze yerleştirmişti ne kadar isteseler de sökemeyecekleri bir yerdeydi. Caminin yanından geçip eski şehire giderken ağaçların arasında duran deli bana şansımı düşündürdü. Eski şehir hatırları ve yorucu yokuşlarıyla bittiğinde şehirden ayrılma vakti de yaklaşmıştı. İkinci şehre doğru yola çıktık; Sofya'ya. Başkent olmanın verdiği tüm ağırlığı üstünde taşıyan bir şehir, resmiyet ve biraz da olsa korunmuşluk. Şehrin kullanılan tek camisi Banyabaşı bizim çemberimizin merkezi gibiydi. Ondan yola çıkıp onda buluştuk. Sokaklar mağazalar ve Rus kopyası taş binalarla doluydu ve sıcak taşa birleşince dayanılmaz oluyordu. Eski rejimin korku ve ceberrutluk örnekleri duvarlara yansımıştı. Yanında küçücük kalınan onlarca penceresiyle karanlığı kapatılamayan binalar. Yine de tanımadığın bir şehrin sokaklarında dolaşmak güzel ama vakit dar kaybolmamak lazım oysa ben troleybüse binip aşağı mahallelerine inmek istiyordum. Gün biterken Aleksandr Nevski Katedrali'nin papazlarını selamlıyorduk otobüslere dönerken tanıdık bir bankaya rastlamak mutlu etti. Konaklama mekanına çıkılacaktı. Vitoşa dağında bir kayak merkezi, tabi yazın kayak yapma şansı olmayacaktı. Yolda otobüs tekledi, klimalar Sofya'ya girerken error vermişti, yaptırılması söylenmesine rağmen üzerinde durulmamıştı. Tırmanma şeridini sıcak bir akşamüstü klimasız otobüsle almak istemezsiniz. Dağ evine geldiğinde kendimizi yemeğe ve uykuya bıraktık. Soğuk iyi gelmişti.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Porno

Pornografi : ~ Fr pornographie şehvet uyandırıcı resimler basma ve yayma işi / İng pornography fahişeliğe ilişkin yazı veya yayın [esk.], müstehcen resim § EYun pórnē πόρνη fahişe (<< HAvr *per-5 satmak, alışveriş etmek ) + EYun grapheía γραφεία yazı, kayıt → +grafi

Kelime manası ve kökeni itibariyle porno bazıları tarafından gayri ahlâkî diye nitelendirilen insan ürünlerindendir. Pornoyu sapıklık, kötü alışkanlık, günah ya da başka kavramlar kullanarak yaftalamak da pekâlâ mümkün ama biliyoruz ki insanoğlu –erkek ve kadın olarak tümü- hayatının belli bölümünde veya tamamında- pornoyu kullanıyor. Kullanmaktan kastımız elbette ki porno izlemek.



''Bir puro bazen sadece bir purodur'', Sigmund Freud

Benim gibi erkek cinsinden olan insanlar Freud’un genital dönemin başlangıcı olarak kabul ettiği 12-13 yaşlarında pornoyla bir şekilde tanışır; ya bir dergiyle –adult magazine- ya bir porno cdsiyle –Yazıcıoğlu, Abi sidi lazım mı?- ya da internet vasıtasıyla – porno siteleri -. Porno herkesin bildiği üzere insanoğlunun kendini elle tatmin etmesindeki – mastürbasyon- bir araçtır. Mastürbasyon kelimesini kullandığımız vakit bu bize bilimsel bir sterilizasyon sağlamakta fakat bu bana yapay bir temizlik hissi verdiğinden Türkçe argosundaki bazı karşılıklarını ve bunların kökenini de aktararak vermek istiyorum;

31 çekmek : Ebcet hesabında 3 ve 1’in elif ve lam harflerine karşılık gelmesi ve bunları birleştirince el kelimesine ulaşılmasından hareketle 31’in bu manada kullanılmaktadır.

Elizabeth : Bu İngiliz isminin telaffuzunda Türkçedeki el kelimesini barındırmasından yine bu manada kullanmaktadır.

Tavşana Niyet Çektirmek : Çekmek fiilinden kaynaklanan bir gönderme.

Hataya Gidip Gelmek : Hatay ilinin trafik plaka kodu olan 31’e bir gönderme.

Tombala : El ile yapılan bir fiil olduğundan, bu benzerliğe gönderme.

Çavuşu Tokatlamak : Askerlik ve abazanlık bağlantılı bir gönderme.


Örneklerden de görüldüğü üzere mastürbasyonun Türkçedeki karşılıkları genellikle erkek mastürbasyonuyla alakalı. Bunu erkeklerin sürekli seks düşünmelerinden? kaynaklı bir durum olarak görebiliriz. Porno ve mastürbasyonla bağlantılı diğer bir kavram da elbette ki sekstir. Türkçede seks kavramını karşılayan? -aslında tam bir karşılığı yoktur- kelime mastürbasyonda da olduğu gibi oldukça maço ve erkeksidir; Sikmek. Kelimenin kökenine baktığımızda Eski Türkçe dönemine kadar gittiği görülmektedir. Kelime ‘si-‘ fiil köküne kadar gitmektedir ki si-‘den türettiğimiz ‘sik’, erkek cinsel organını karşılar. Buradan gelen ‘sikmek’ fiili ise ilk dönemlerde bugün işemek dediğimiz fiili adlandıran bir kelime olarak karşımıza çıkmakta. Kelimenin geçmişten günümüze yaptığı anlam yolculuğu ilgi çekicidir.


Mastürbasyon İronisi, Boksuneun naui geot (Sympathy for Mr. Vengeance), Chan-wook Park

Sahne ile ilgili açıklama : Ryu (Ha-kyun Shin) hastalığından yataklara düşmüş ağrısından ötürü bağırmaktadır, yan dairedeki abazan gençler bu bağırtıları seks iniltisi sanarak kendilerini tatmin eder.


Dilbilimsel açıdan baktığımızda günümüz Türkçesinde işteşlik –birlikte yapma- eki alan haliyle ‘sik-iş-mek’ kelimesi akla doğal olarak erkek cinsel organını ve eril bir durumu getirmektedir oysa günümüz İngilizcesindeki ‘fuck-ing’ kelimesi Türkçedekinden farklı olarak iki cins için de kullanılabilecek şekilde bir anlam genişliğine sahiptir. Burada toplumlar arasındaki farklar elbette ki göz önünde tutulmalıdır fakat verilen örnek adlandırmadaki cinsiyet mevzusunu göstermesi bakımından mühim bir ayrıntıdır.




Bu dil faslının ardından asıl konumuza yani pornoya dönelim. İster bir anlık haz, ister günah olsun porno, Türk gençleri –ki burada başat rolü erkeklere vermekteyiz- için bir ihtiyaç halini almıştır. Bu tespiti yapmamıza sebep olan dinin – İslâm- evlilik öncesi cinsel birleşmeye getirdiği yasak ve dinin toplumun cinsel tabuları üzerindeki etkisidir. Ki bu durum evliliği –çok tuhaf bir kelime, karşıladığı anlam bakımından- bedava seks olarak algılayan bireylerin ortaya çıkmasına da neden olmaktadır -var böyle bi şey-. İslâmda mastürbasyon terimsel karşılığıyla İstimna müctehidlere göre farklı yorumlanmaktadır; Şafiî mezhebinde mastürbasyon mutlak haram sayılmakla birlikte Hanefî ve Hanbelî mezhebinden müctehidler duruma göre mubah veya vacip olarak sınıflandırmışlardır. Mubah sayıldığı koşulları; Kişinin eşi yoksa, zina yapmaktan alıkoyuyorsa ve vücudundaki birikimi gideriyorsa diye sıralamışlardır. Vacip sayıldığı durum ise mastürbasyonun zina yapmaktan alıkoyduğu haller olarak gösterilmiştir.



İnternet bir porno çöplüğüdür.

Elbette ki porno geçmişten günümüze teknolojik açından büyük gelişme göstermiştir. Dinî öğretilerle aktarılan bugün porno olarak adlandırabileceğimiz eserlerden –Kamasutra vs. – çizimlere, fotoğraflara, dergilere, kasetlere, cdlere ve internete kadar uzun bir yol kat etmiştir. Bu teknolojik gelişmenin son evresi olarak görebileceğimiz internet pornonun dünya geneline yayılmasında ve büyük bir sektör haline gelmesinde en büyük etkenlerdendir. Post-modern dünyada toplumların küreselleşmesinin en büyük anahtarı sayabileceğimiz internet pornonun da küreselleşmesine imkân vermiştir. Bugün Amerika’daki, Almanya’daki veya Japonya’daki porno yıldızlarını bir Türk, bir Arap ya da bir İngiliz tanıyabilmektedir. Bu ilginç tanışıklık durumu sosyal medya dediğimiz kavramın yayılmasıyla daha da tuhaflaşarak porno yıldızıyla iletişime geçme imkânı bile sağlamaktadır.

Stoya

Stoya, Porno Yıldızı. Blogu ve twitterı.


Porno, internet evreninde o kadar büyük bir yer işgal etmektedir ki interneti bir porno çöplüğü olarak görenler vardır. Bu görüşten kaynaklı bir sonuç olarak bazı devletler, bu içeriği barındıran sitelere ulaşımı engellemek, sansürlemek ve yasaklamak için yoğun çaba göstermektedir. (Bkz: Türkiye Cumhuriyeti). Elbette ki pornonun çocuklar üzerindeki zararlarını göz ardı etmiyoruz fakat internette pornoya erişimi yasaklayarak çocuğun psikoseksüel gelişimini sağlayacağını düşünmeyi abes bulmaktayız. Porno siteleri elbette ki çocuk bireyi etkiler fakat ana akım medyaların içeriklerinin pornolaştırılarak sunulması bizce porno sitelerinden daha büyük bir sorun arz etmektedir. Gazetelerin internet sayfalarını ve haber sitelerini ele alalım, ‘Seksi Fotoğrafları İçin Tıklayınız’cılığın ya da fotoğraf ve video galeri içine saklanmış cinsellik yüklü öğelerin makulleşmesi herhalde porno sitelerinin çokluğundan dolayı olmamıştır. Bu editöryal tercihler toplumun pornoya bakışında ikircikli bir tavır oluşturmuştur. Ebeveynler hem porno siteleri zararlı bulmakta hem de porno sayılabilecek öğelerin bulunduğu medyaları kullanmalarına ve çocuklarının kullanmasına bir şey dememektedir. Burada ikiyüzlülüğün üzerinde durulması gerekmektedir fakat bu ayrı bir yazı konusudur.

Sibel

''Porno Benim İsyanımdı'', Sibel Kekilli

Porno yakın zamanda yeni bir anlam daha kazanmıştır. Burada teşhirde abartıya kaçmak ya da gözüne sokmak diye açıklayabileceğimiz bir manada kullanılmaktadır. Mesela Şiddet Pornosu; Erkeklerin kadınlara uyguladığı fizikî şiddeti göstermeyi amaçlayan Habertürk gazetesinin sürmanşeti buna örnek gösterilebilir. Veya Ölüm Pornosu; Türkiye’de yaşanan düşük yoğunluklu iç savaşta ölümler ve onların teşhiri üzerinden yapılanlar bu sıfatı taşıyabilir. Hüzün pornosu; insanların duygularını sömürenlerin yaptığı eylemi bu şekilde adlandırabiliriz. Dilenciden, bol acılı reklamları olan yardım derneklerine kadar çok geniş bir spektrumu kapsayabilir.



Şiddet Pornosu Örneği, Habertürk Gazatesi sürmanşeti, 07.10.11 tarihli nüsha

Dağınık bir saçmalamaydı, burada bitti stop.

2 Ekim 2011 Pazar

Memleketeyn ve Düşük Yoğunluklu İç Savaş

Bir akşam, Dersimli Kızılbaş arkadaşım, Diyarbekirli Şafii arkadaşım ve ben Yılmaz Güney’in Duvar filminin çekim aşamalarını anlatan bir belgeseli seyretmek üzere bir şapelde buluşuyoruz. Belgeselin ardından şimdilerde milletvekili olan Sırrı Süreyya Önder’i dinliyoruz, Yılmaz Güney hakkında konuşuyor. Konuşmanın bir yerinde ‘’Benim 18 yaşında bir kızım var, gün gelirde onunla evlenmek isteyen bir delikanlı çıkarsa eğer Yılmaz Güney’i tanımıyorsa vermem’’ diyor, mealen. Gülüyoruz.

Gösterimin ardından eski bir Ermeni ya da Rum evinden bozma çayevinde demleniyoruz. Diyarbekirli diyor ki; Zazalar çok güzel Fransızca konuşur, sonuçta aynı dil ailesinden. Gülüyorum ve ona dönüp soruyorum;

- Peki sen rüyalarını hangi dilde görüyorsun?
- Rüyada kiminle konuştuğuma bağlı, diyor.

Türk takımlarının hazırlık maçlarını seyrederken tribündeki Avrupa Türklerini –gurbetçi yerine bunu kullanmak isterim şahsen- gösterince düşünüyorum da acaba onlar rüyalarını hangi dilde görüyor. Hepimizin bir uzak ya da yakın akrabası vardır Almanya’da ve gelirken mutlaka likörlü çikolata ya da elektronik alet getirmiştir. Getirdikleri likörlü çikolata ya da kullandıkları Mercedes kadar oralı olabilenlerin sayısı yeni nesillerde artıyor ama yine de iki memleketi olan bir insan olmak tuhaf olsa gerek. Böyle diyorum ama hepimizin iki memleketi var bi bakıma, İstanbullu değiliz, aslen oradanız ya da baba tarafımız şuradan. Yine de bu iç gurbetçilikle dış gurbetçilik çok farklı mevzular.


Gurbetçi

Euro 2008 yarı finalinde Türkiye Almanya ile karşılaşınca çıkan bir karikatür

Açalım;

Avrupa merkezli Türkiyelilerin (Sünni Türk ya da Alevi-Kızılbaş Türk veya Kürt. Tabii Süryani, Keldani filan da var) televizyon kanallarını gezdiğimde özellikle reklamlara bakıyorum. Sünni ya da Alevi adetlerine uygun olarak defin hizmetleri veren şirketlerin tanıtımlarını görüyorum bazen. Bir ülkeye yerleşirken öleceğini de hesaba katmalı insan. Cenazenizin ‘kendi’ memleketinize gömülmesini istemek en doğal hakkınız ama birkaç nesildir yaşadığınız ülke ‘sizin’ değilse orada da bir tuhaflık var. Geçen yıl TRT Türk’te yayına başlayan Avrupalı programı tam bu mevzuları konuşmak üzere her hafta farklı bir Avrupa şehrine gidip oraya yerleşim ya da yaşayan veya orada doğmuş büyümüş Türkleri/Türkiyelileri bir salonda topluyor. Ardından kendi hayatları üzerine konuşuyor katılımcılar.

İki kavram ön plana çıkıyordu bu toplantılarda; Entegrasyon ve Asimilasyon.


Entegrasyon : ~ Fr intégration bütünleme, birbirine ekleyerek bütün haline getirme < Lat integrare bütünlemek, kusursuz hale gelmek veya getirmek +tion < Lat integer, integr- dokunulmamış, tam, bütün < Lat in+2 tangere, tact- dokunmak << HAvr *tag- a.a. → takt

Asimilasyon : ~ Fr assimilation özümseme, benzeşme veya benzeştirme ~ Lat assimilatio < Lat assimilare benzetmek, benzeştirmek +tion < Lat ad+ simulare benzetmek → simülatör .




Sözlük bize ayrıştırması zor iki karşılık sunuyor. Anlamayı kolaylaştırmak için benzetme yaparsak Asimilasyon kendi dilini, gelenek ve göreneğinden sıyrılıp hakim etnik unsura benzemek oluyor. Entegrasyonun manası ise hem geçmişten gelen değerlerini taşıyıp hem de bulunduğun diyara uyum sağlayabilmeye çıkıyor .
Söylemesi kolay olsa da asimile olmayıp entegre olmak büyük bir mesele. Bunu becerebilmek için diaspora olmak gerekiyor.

Diaspora/Diyaspora : (Eski Yunanca: διασπορά – "saçılma, tohum saçma, zerreler halinde dağılma"; İng: diaspora) Esasında Biyolojik bir terim olan diaspora çok uzun bir zamandan beri bir kavim veya ulusun anavatanından çıkarak başka ülkelere dağılmasına verilen ad olmuştur. Sözcük hem dağılma eylemini hem de dağılmış olarak yaşayan toplulukları ifade eder.

Pek tabii diaspora olmak için ortak bir mesele gerekmekte. Diasporalar üzerine fikir yürüten sosyologlar bu toplulukları ayakta tutanın genelde büyük bir acı ya da savaş olduğunu düşünüyorlar. Dünyaya yayılmış Yahudileri bulundukları ülkelerde birbirlerine bağlayanın Nazilerin yaptığı soykırım – Holokost – veya Ermenileri birbirlerine bağlayanının Soykırım-Genocide/1915 Olayları olduğunu dile getiriyorlar. Tabii bu örnekler çoğaltılabilir; Şah döneminin ardından gelen İslam Devrimi sonrası İran’dan kaçanların laik/şeriatla yönetilmeyen bir İran özlemi etrafında toplanmaları, 1980 darbesi ve sonrasındaki ‘Düşük Yoğunluklu İç Savaş’ döneminde Türkiye’den ayrılan/ayrılmak zorunda kalan Kürtlerin ve diğer azınlıkların zihin dünyalarındaki ülke hayaliyle örgütlenmeleri filan.

Misak

Misak Manuşyan, Adıyamanlı Partizan.

Bunları neden söyledim, şunun için; Türkiye’den Avrupa’ya yalnızca çalışmak için giden Türk vatandaşlarının entegrasyonlarını sağlamaları zor çünkü onları diasporalaştıracak bir meseleleri yok. Yılın bir bölümünü Türkiye’de geçiren, yatırımını Türkiye’ye yapan, emekliliğini Türkiye’de yaşayan bu insanların arafı diasporaların durduğu araftan çok farklı.

İşte bu durum beni çekiyor, ister istemez ilgi duyuyorum. Belki de bu konu üzerine yazacağım tezin zihinsel ön çalışmasını yapıyorum şuan bilemiyorum.

Araftakilerin hikâyelerini en iyi anlatanlar yine araftakiler oluyor. Fatih Akın’ın Duvara Karşı’sı araftakilere bir ağıt gibiydi adeta. Sibel Kekilli’yi tanımamızı sağlayan film bi taraftan da. Gerçi ben Sibel Kekilli daha önce tanıdım, filmden bir süre önceydi sanırım emin değilim tarihinden Uğur Dündar’ın Arena’sında –ne de tuhaf bir programdır- Porno batağına düşmüş ‘gurbetçi’ Türk kızını anlatan bir bölüm yayınlanmıştı. İşte orada anlatılan Türk kızı Sibel Kekilli idi.

Peki Sibel asimile mi oldu? Bilemiyorum. Belki Türkiye’de yaşasaydı hayatı benzer güzergâhı takip edecekti. O zaman yani Türkçe konuştuğunda ve Türkiye’de yaşadığında diğer meşhurlar gibi biri olduğunda ‘Türk’ mü olacaktı?

Duvara

Gegen Die Wand, Duvara Karşı, Fatih Akın

Bu mesele üzerine epey bir okuma yapmam gerek anlaşılan.

Yazının başındaki anımı tam da bu yüzden anlattım. 1990larda ‘Düşük Yoğunluklu İç Savaş’ yüzünden memleketlerinden gelen ve İstanbul’a yerleşen arkadaşımız, dostumuz, akrabamız olan insanlar asimile mi oldular/olacaklar yoksa entegre mi oldular/olacaklar? Onları bir arada tutan ve diasporalaştıran bir meseleleri var, geceleri arka sokaklardan çıkıp camı çerçeveyi indirdiklerinde gördüğümüz bir meseleleri. Bizi rahatsız eden bir meseleleri var.

PKK’nın yasal siyasi temsilcisi BDP’nin eşbaşkanlarından biri söylemişti sanırım; ‘’Biz batıdakilerle –siz Türkler deyin- ortak bir dili konuşabilen son nesiliz, bizden sonrakilerin gösterdiği kontrolsüz öfke ve saldırganlık karşı tarafın –T.C.’nin ya da Türklerin diyelim jargona uysun – idari ve askeri güçleri dışındakilerle iletişimleri, ortak yaşanmışlıkları hiç olmamasından kaynaklanmakta.’’

Şehit

Bayraklara sarılmış şehit tabutları ve A4 Kağıda yazılmış isimler

Bu sözler üzerine epey düşündüm. Diyarbakır, Şırnak, Batman, Hakkâri vs. deyince akla gelen şeyler sadece savaş ve ölümle alakalı. Zihinlerde kötü bir anlamla birlikte yer ediyor. Şu günlerde yine ölüyoruz, öldürüyoruz, konuşuyoruz/lar, masadan kalkıyoruz/lar, sonra tekrar oturuyoruz/lar sanki günler birbirini tekrar ediyor ama o dili kuramıyoruz, sonraki nesille anlaşacak kelimelerimiz yok, onların da yok belki bilemiyorum çünkü konuşmadım. Eğer biz yani ortak dili oluşturacak nesil(ler) bu kötücül dili değiştiremezsek yalnızca savaşa entegre olan, ruhu kan ve şiddetle asimile edilmiş diğerleri gibi olacak maalesef sonumuz. Yugoslavyalının yaşadığını tekrar yaşamamıza gerek yok.

Kafam çok karışık, nereden nereye geldim. Stop.

24 Eylül 2011 Cumartesi

Çay Bardağı, Çaybar Dağı, Çaybardağı

Şehir insanı sıkılmaya meyyal, geç gelen otobüsten, devlet dairesindeki sıradan, anlayışsız insanlardan, uzatma dakikaları hiç bitmeyen yaz sıcaklarından ya da yanlış hayata uyanmaktan. Kadınların adet dönemine benzer bir hal alabiliyor bu durum; Karnını ağrıtan, geçmek bilmeyen bir isteksizlik mesaisine başlıyorsun.

Vapur

Yandak Çarklı, Şirket-i Hayriye'nin -Günümüzün Şehir Hatları- meşhur vapur çeşidi

Can sıkıntısının tedavisi şehir hatları olsa gerek. Önce iskeleye ineceksin yürüyerek sonra Beşiktaş’a, oradan Kadıköy’e, ardından Eminönü’ne ve geriye Üsküdar’a, şehrine döneceksin. Tabii vapurun burnuna geçip rüzgârdan bir nefes çekeceksin, sigara yasağından sonra güvertede içine çekebileceğin en güzel şey Boğaz esintisi çünki.

Sigara

Vapurda sigara içmek 5727 sayılı yasaya göre yasaktır, içebilenleri alkışlıyoruz.

Televizyon Darüşşafaka’yı kazanmış yetim üçüzlerden bahsediyor sonra veletlerden kız olana mikrofon uzatıyor muhabir;
- Ne olacaksın okulunu bitirince?
Bir çocuğun ağzına hiç yakışmayan sarih bir İstanbul Türkçesi ve büyük adam tonlamasıyla cevap veriyor;
-Amerika’ya gideceğim.
-Neden?
-Orada master yapacağım sonra…
İşte o an kanalı değiştiriyorum. İlkokula giden bir çocuk Amerika’ya gidip master yapmayı şimdiden düşünüyor yahu! Bu benim canımı sıkıyor. Üç yetim çocuk deyince kafanda Reha Muhtar’ın anahaber bültenciliğinden kalma bir alışkanlıkla Gülümcan çalmaya başlıyor da kız master deyince Çocuk da Yaparım Kariyer de diyen bir Nil Karaibrahimgil giriyor sanki kadraja.

Nil

Nil Karaibrahimgil, Çocuk da yapar kariyer de

Hep bu Milli Eğitim, kaç nesli iğfal etti. Tedrisatın birliği bizi dağıttı, her yıl değişen sınav sistemleri hep bize vurdu. Kendimi cenabet bir neslin üyesi gibi hissediyorum bu yüzden. LYS, SBS, ÖSS, ÖSYS, KGS, OGS, İBDA-C, TKP/ML, DHKP-C . Kısaltınca bölücü terör örgütlerine ya da köprü geçmek için gereken sistemlerine benziyor sınavlar. Aslında bi bakıma öyle sayılır, hem bölüyor terörüyle hem de onu kullanıp geçebiliyorsun köprüyü.

Buhan

Ahmet Buhan, Tüm Dersler

Devlet senle ne yapacağını bilmeyen bir cam ustası gibi, üfledikçe şekil alacaksın ama fırına girmen gerek, fırın da harlı ateş. Benden iyi bir vazo olur diyorsun ama o seni bardak yapıyor. Sonra diyor ki seni bu şekilde işe alamayız bize bardağın ince bellisi gerek, çay içeceğiz çünki. -Eee ne yapacağım? Cevap geliyor; Sorun yok, fırına gireceksin o kadar. Fırına hazırlanıyorsun, giriyorsun ve çıktığında artık çay bardağısın ama o da ne! çay bardakları da iş bulamıyor artık. Aranan özellik Ajda bardaklık diplomasıymış. Hayda! Yine ateşe girmen gerekecek dostum, yine hazırlanman yine harlanman, yine...

Çay

Çay Bardağı, Çaybar Dağı, Çaybardağı

Bir bardağa sap bile olamayacağın şekilde çıkacaksın anlayacağın MEB’in/YÖK’ün rahle-i tedrisatından. Yarı mamul bile olamayacaksın. Belki zehir gibi kafan var ama çalışmıyorsun yani ham madde olarak aranan türdensin mesela borsun - Amerika ve Pis Siyonistlerin çıkarmamıza izin vermediği efsane şey yani-, ama borcam da günlerde evhanımlarının birbirlerine hediye ederek ellerinden çıkardığı vasıfsız bir ürün maalesef. Yani anca memur olursun oradan oraya tayin edilirsin.

Av

Aslan, Avlanırken, Büyük Kedilerin Günlüğü, Discovery Channel, National Geographic, Belgesel

Evrim teorisini her sene test eden devlet senden doğal seçilimi aşıp kendinin cam ustası olmanı istiyor. Ne idealist bir düşünce, kendi kendini üflemezsen piyasayı/pazarı/talebi takip etmezsen zücaciye dükkânında bir ömür alıcı beklersin. Komik ama hiç kimse gülmüyor bu duruma. Hayvan belgeselinde hemcinsinin ölümünü izleyen antilop gibisin, her sınavda bir tanıdığını etoburlar yiyor. Gazeteye bakıyorsun atama bekleyen antiloplar, sınava hazırlanan zebralar, iş arayan genç alageyikler görüyorsun.

İşte bu canını sıkıyor, Boğazda ne kadar dolaşsan da şehir hatları vapuralarıyla geçmiyor.